İpek Kıraç, hedeflerini, uğraşlarını ve projelerini anlattı, annesi Suna Kıraç ve davalık olduğu babası İnan Kıraç’la ilgili duygularını dile getirdi

Capital dergisinden Özlem Aydın Ayvacı’a konuşan İpek Kıraç’la röportaj yaptı.
Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi İpek Kıraç, çocukluğundan beri sivil toplumun içinde yetişti. Suna Kıraç’ın kurucusu olduğu TEGV’le büyüdü. Annesi Suna Kıraç’ı kaybetmesinin ardından şimdi Suna’nın Kızları ile yeni bir mücadele alanı belirledi: Kız çocuklarının hayata eşit katılımı. Bu amaçla “Birlikten kuvvet doğar” diyerek Türkiye’de ilk defa 31 STK’yı bir araya getiren Kıraç, kolektif etkinin gücüne inanıyor ve “Tercihlerimiz Türkiye’nin geleceğini belirleyecek” diyor.

Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi İpek Kıraç, Türk iş dünyasının en merak edilen isimlerinden biri. En son Suna’nın Kızları’nı kurarak sivil toplum çalışmalarıyla adından söz ettiren Kıraç, zamanının büyük kısmını sivil toplum çalışmalarına ve sahaya ayırıyor. Çocukluğundan beri hayatının içinde olan TEGV, kız çocuklarının hayata eşit katılımı için kurduğu Suna’nın Kızları ve sokak hayvanlarına yuva olmayı seçtiği SemtPati Vakfı’yla gerçek bir sivil toplumcu. Yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da yoğun bir ajandaya sahip olan İpek Kıraç, Sirena Marine’e de liderlik yapıyor. Şirkette uzun süre CEO olarak görev alan Kıraç, büyük bir başarı hikayesi yarattıktan sonra görevini devretti ve yönetim kurulu başkanı oldu. Şirketin cirosunu 10 yıldan az bir sürede Euro bazında 5 kat, kârlılığı ise 20 kat artırarak şirketi küresel bir oyuncuya dönüştürdü. Sadece Azimut’a üretim yapan Sirena Marine’i, üretiminin yüzde 80’ini ihraç eden dev bir marka haline getirdi. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en başarılı iş insanlarından merhum Suna Kıraç’ın kızı olan Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi İpek Kıraç, soruları şöyle yanıtladı:

Çok şapkalı iş insanlarından birisiniz. Bir gününüz nasıl geçiyor?

İşlerim, sorumluluklarım ve devam eden yüksek lisans tezi çalışmalarım nedeniyle yurt içi ve yurt dışına bölünmüş bir düzenim var. Katılmam gereken önemli toplantıların tarihlerine göre takvimimi yılın başında oluşturup bu plana sadık kalıyorum. Koç Holding yönetim kurulu toplantıları çok önceden belli oluyor. İş ve sorumluluklarım yönetim kurulu başkanı ya da üyeliği kapsamında olduğu için gündelik konulardan ziyade kurumların gelecek vizyon ve stratejilerine yoğunlaşmaya çalışıyorum. Ancak sahada ihtiyaçları birinci elden anlamak ve ekiplerimin gerektiğinde yanında olmak da benim için çok önemli. Türkiye’de bulunduğum sürede Koç Holding, Koç Okulu ve Sirena Marine’deki sorumluluklarım dışında zamanımın büyük bir çoğunluğu kurucusu olduğum Suna’nın Kızları ve SemtPati Vakfı çalışmalarıyla geçiyor. Sahaya çıkmayı, projelerimizi yürüttüğümüz illere gitmeyi önemsiyorum. Son 2 yıldır İstanbul’dan sonra en çok zaman geçirdiğim şehir, Şanlıurfa oldu. Geçen yaz 3 hafta boyunca her gün çocuklarla yürüttüğümüz Yaz Enstitüsü’ndeydim. İşlerime ayırdığım zamanın bana göre en öncelikli alanı, doğru insanlardan oluşan güçlü takımlar kurmak ve bunların bir arada verimli, motive ve mutlu çalışabileceği doğru iklimi yaratmak.

Yurt dışında nasıl sorumluluklarınız var?

Brown Üniversitesi Biyoloji Bölümü mezunuyum. Amerika’daki zamanımın büyük bir bölümünü de mezunu olduğum Brown Üniversitesi’nde devam ettiğim halk sağlığı alanındaki yüksek lisans tezimin ve danışma kurulunda olduğum Carney Nörobilim Enstitüsü’nün çalışmaları kapsıyor. Annemden kalma başlattığımız bazı ilişkiler var, onların takibini yapıyorum. Birleşmiş Milletler’de her yıl bazı konuşmalarımız, sorumluluklarımız oluyor. Sirena Marine, Amerika’da çok başarılı bir konuma geldi, bayilerimiz, şirketimiz var.

Anneniz Suna Kıraç’ın vefatından sonra holdingdeki sorumluluklarınız arttı. Hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu?

Dürüst olmak gerekirse annemin vefatıyla tabii ki yükümlülüklerim ve sorumluluklarım arttı. Bunları en iyi şekilde yerine getirebilmek için elimden geleni yapıyorum. Koç Topluluğu olarak kuzenim Ömer Koç’un başarılı liderliğinde ülkemiz için değer yaratmaya, bulunduğumuz sektörlerde dünya standartlarında işler yapmaya devam ediyoruz. Ben de hem Koç Holding yönetim kurulu üyesi hem Koç Ailesi’nin bir bireyi olarak işlerimizi yakından takip ediyorum. Çok nitelikli bir insan kaynağıyla çalışmamızdan dolayı, Koç Grubu’yla ilgili tüm faaliyetlerim hem iş hem entelektüel anlamda öğretici ve besleyici oluyor. Dünya ve ülkemiz ekonomisini ve iş dünyasının gidişatını, öne çıkan trendleri, dönüşümleri takip edebilmek bu işin en keyifli tarafı bana göre. Bu yolculukta elimden geleni yaparak değer yaratmak için çalışıyorum.

En önemli sorumluluklarınız ve işte en önemli sorumluluk alanınız nedir?

Eğitim, benim için en önemli alan. Bu nedenle hem Koç Okulu’nun yönetim kurulu başkanıyım hem Koç Üniversitesi’nin mütevelli heyeti üyesiyim. Sağlık çok önemli, bu nedenle Amerikan Hastanesi’nde görev alıyorum. Daha çok Vehbi Koç Vakfı ve altındaki bütün alanlarla çok ilgiliyim. Bu alanlara çok vakit harcıyorum.

Suna Hanım’ın işlerini mi devraldınız?

Annemin görevlerinden çok ideallerini devraldım. Koç Okulu’nu annem kurdu, annem hastayken Ömer başındaydı. Mustafa vefat edince ve Ömer, topluluğun başına geçince Koç Okulu’nun yönetim kurulu başkanlığını bana devretti. Koç Okulu, mezun olduğumdan beri hayatımın bir parçasıydı ama başkan olduktan sonra hayatımın çok daha büyük bir parçası oldu. Koç Okulu, benim hayatımdaki en önemli kurumlardan biri. Geleceğimizi şekillendirme konusuna hepimizin sahip çıkması gerekiyor. Annemin “Eğitim yalnızca devlete bırakılamayacak kadar büyük ve karmaşık bir sorun. O bakımdan bizlerin destek olması gerekir” sözü benim de bu konuya bakışımı özetliyor.

Sirena Marine’de bir başarı hikayesi yarattınız. O işe ilginiz nasıl başlamıştı?

Okulumu bitirip Amerika’dan döndüğümde hedefim, beni heyecanlandıran, tutkuyla bağlanabileceğim bir alanda işe başlamaktı. Ne mutlu ki Sirena Marine sayesinde bunu yaşayabildim. 2012-2021 arasında yürüttüğüm CEO’luk görevim süresince en büyük başarımız global bir marka yaratmış olmamız, bu başarımızın en büyük sırrı da harika ekibim. Sıfırdan önemli bir iş ve 3 marka yarattık. Bütün başarılar bir takım işi olduğu için ilk günden beri öğrenmeye meraklı, radarları dünyaya açık, her zaman en iyiyi yapmaya odaklı bir takım kurmaya özen gösterdik. Türkiye’nin ilk seri yat üreticisi olarak kendi markamız olan Sirena Yachts ile Azuree ve Euphoria markaları için üretim yapıyoruz. Üretimimizin yaklaşık yüzde 80’ini ihraç ediyoruz. Aslına bakarsak Sirena Marine hala çok genç bir şirket. Ciromuzu 10 yıldan az bir sürede Euro bazında 5 kat, kârlılığı ise 20 kat artırarak küresel bir oyuncuya dönüştük. Orhangazi, Tuzla ve Yalova’da üretim tesislerimiz var. Yüzde 100 yerli işçilikle üretilen teknelerimiz özgün, yaratıcı ve kaliteli işçilikten dolayı birçok ülkede tekne severlerin tercihleri arasına girdi. ABD pazarının en çok tercih edilen tekne üreticilerindeniz.

Sizin denizcilikle aranız nasıldı?

Sirena’da çalışmayı seçme nedenim denize olan tutkumdu. Denizle aram çok iyiydi, çünkü annem ve babamla vakit geçirebildiğim tek yer denizdi. Annem ve babam fazla işkolikti. O nedenle deniz ve tekne benim için umuttu, aile olmaktı. Onun için de teknelerimizi yaratırken kendimize şu soruyu soruyoruz. Ne yaparsak insanlar tekneyi daha çok evi gibi görür ve orada daha çok kalmak ister? Buna göre alanlar tasarlıyoruz.

Sirena’nın geleceğine dair en önemli hedefiniz nedir?

İlk günden beri hayalimiz büyük tekneler yapabilmekti. Artık 60 metrelik tekneler üretebileceğiz. Hayallerimizi gerçekleştiriyoruz. Yelkenliyle başladık. Azimut’a üretim yapıyorduk. Kendi markamızla üretmemiz yasaktı. Önce o yasağı kaldırdım. Sirena’yı marka yapan da motoryat üretimine başlamaktı. Dünya değiştikçe biz de değişiyoruz. İnovasyon ve tasarım kadar sürdürülebilirlik de önemli bizim için. Denizde yaşayıp deniz canlılığına, deniz kaynaklarına saygı göstermemek olamaz. Ar-Ge merkezimiz tüm projelerin merkezine sürdürülebilirliği koyarak hareket ediyor. En önemli gündem maddemiz, ürün gamımızı genişletmek ve çok daha az karbon salımı yapan, alternatif enerji kaynakları kullanan, hibrit güç sistemleriyle donanmış tekneler sunmak. İhracat yaptığımız ülke sayısını da artıracağız.

“Ömrümden Uzun İdeallerim Var” kitabında Suna Kıraç, TEGV’i Vehbi Bey’in “Ya başaramazlarsa” diye düşünüp şerhine rağmen kurduğunu bu sözlerle başlayıp anlatıyor. TEGV, bugün en itibarlı STK’larımızdan biri. Siz böyle değerli bir anneden hangi özelliklerinizi aldınız?

TEGV bu ülkenin en değerli kurumlarından biri. TEGV’in değerini o çocuklarla beraberken çok iyi anlıyorsunuz. O zamanlarda annem bunu nasıl hayal etmiş ve hayata geçirmiş inanılmaz gerçekten. Kendimi bildim bileli TEGV vardı. Mesela oyuncakçıya giderdik, annemden bir oyuncak isterdim. Annem derdi ki “O oyuncağa verilecek parayla TEGV’de kaç kız çocuğu okur, biliyor musun?” Annemin eğitime olan sevdasıyla büyüdüm. Koç Holding’de, üniversitemizde ya da TEGV’de annemi tanıyan herkes onun mücadeleci, ilkeli, sağduyulu yönlerine vurgu yapar. Aklına koyduğunu yapan, iradesi, muhakemesi çok güçlü bir kadındı. Çok iyi bir iş insanı olmasının yanı sıra hayatı boyunca bu ülkenin temel meselesini eğitim olarak görmüş ve bu konuya kendini adamıştı. Biz de annemin bıraktığı yerden yola çıktık ve ondan aldığımız ilhamla bu yolculuk onun ismiyle anılsın istedik. Ayrıca kız çocuklarının eşit haklara erişimi için nesillere yayılmış bir mücadeleyi ve kazanımları çok önemsiyoruz. TEGV’le birbirimizi tamamlayan kurumlarız. Bu nesiller arası dayanışmayı vurgulamak açısından da “Suna’nın Kızları” çok anlamlı bir isim. Biz de annem gibi kararlıyız ve onun kadar mücadele etmeye hazırız.

Suna’nın Kızları’nda neyi hayal ettiniz?

Kız çocuklarının eşit haklara sahip olması, kendi hayatlarını kurabilmelerini, kendi kararlarını verebilmelerini, kız çocuklarının önlerini açmayı, onları güçlendirmeyi hayal ederek yola çıktık. Bunu sadece kız çocuklarıyla çalışarak değil çevreleriyle de çalışarak yapıyoruz. Hayatımın büyük kısmını bu yola ayırdım. Bu nedenle ilk yıl Türkiye’de kız çocuklarıyla ilgili o zamana kadar ne yapıldığını araştırdık. İhtiyaç haritasını çıkardık. Birlikten kuvvet doğar. Türkiye’de ilk defa bu meselenin çözümü için 31 STK bir araya geldik ve birlikte çalışıyoruz. Aslında o kadar başarılı kurumlar var ki onları doğru yerlerde, doğru ekiplerle, doğru kurumlarla bir araya getirip beraber çalıştığımızda apayrı bir etki gördük. Buna da kolektif etki diyoruz.

Yine kitapta Suna Hanım şöyle diyor: “Onda gençliğimi ve bende olmayan seçme özgürlüğünü görüyorum. Bana gurur veriyor.” Suna Kıraç neleri seçemedi? Siz neleri seçtiniz?

Annem çok mücadeleci, bir o kadar sabırlı ve ileri görüşlü bir kadındı. Tabuları yıkan, sözünü esirgemeyen, vazgeçmeyen taraflarının yanında çok ama çok iyi bir insandı. Seçme özgürlüğünü kullanamadığı için en üzüldüğü konu, yurt dışında Wharton’da okumaktı. Vehbi Koç, izin vermemiş ve “Gel benimle çalış” demiş. Bugün bile iş dünyasında kadınlara yönelik önyargıları, görünmez sınırları düşünürsek, annemin o yıllarda nelerle mücadele ettiğini de tahmin edebiliriz. Erkekler tarafından erkeklere göre şekillendirilen, sadece erkek olmanın bile avantaj oluşturduğu bir dünyada var olma çabasının mutlaka ona bir maliyeti, ondan götürdükleri var. Bu kadar akıllı, iradeli ve vizyoner biri olarak kadın değil de erkek olsaydı belki daha da ileri noktalarda olacaktı, kim bilir? Ancak üzerindeki baskıyı, verdiği mücadeleleri çok net hatırlıyorum. Zorluklardan dolayı kendi hayatında ve özel hayatında da bazı seçimleri yapamadı. Mükemmeliyetçi yanıyla bütün şapkalarını en iyi şekilde doldurmaya çalışırken tam olarak anne olmayı da seçemedi mesela. Hayatta ona zevk veren pek çok şeye vakit ayıramadı, hep erteledi. Önce iş vardı, o mücadelede özel hayatından feda etti. Bana gelirsek, tabii ki annem sayesinde anneme göre çok daha geniş bir seçme özgürlüğüne sahip olabildim. Ancak hala pek çok tercihimi kendi istediğim şekilde değil, benden beklenenler üzerine şekillendiriyorum. Benim yaşımda ve statümde olan bir kadından ne beklendiğini düşünüyorsam öyle davranmaya, o kişi olmaya çalışıyorum. Bazen içimden geldiği gibi davrandığımda yaşadığım suçluluk duygusunu eminim pek çok kadın yaşıyordur. Neticede “seçme özgürlüğüm” üzerinde hala çalışıyorum. Daha da önemlisi onun bende görmek istediği “seçme özgürlüğünü” ben de bütün kız çocuklarında görmeyi hayal ediyorum. Bu konuda da onun kadar inatçı davranacak olmam, onu gururlandırırdı.

‘Koç ailesi mensubu işletme okur’ gibi bir algıyla biyoloji eğitimi seçiminiz yadırganmış ama siz “Kendi yolumu tercih edeceğim” demişsiniz. Bu en önemli seçiminiz mi?

Seçme hakkımı serbestçe kullanabileceğim Amerika’daki tek okula gittim. Brown Üniversitesi, Amerika’daki en liberal üniversitelerden biri. Amerika’ya gittiğinizde tüm okullarda önce tarih gibi pek çok dersi almak zorundasınız. Sadece Brown Üniversitesi diyor ki “Seç! Ne istiyorsan seç, karışmıyoruz.” Böyle bir okul seçtim ve bana bu okulu annem buldu. Ondan önce hikayenin bir diğer yarısı var. Kime sorsanız “İpek annesinden dolayı biyoloji okudu” der, evet annemin çok büyük etkisi oldu. Çünkü çocukluğumdan beri o kadar çok doktorlarda, hastanelerde, laboratuvarlarda vakit geçirdim ki… Aslında hayalim biyolojiyle başlayarak tıp eğitimi almaktı. Ama bu konuya olan tutkumun, hevesimin ana nedeni, Koç Lisesi’ndeki biyoloji öğretmenimdir. Yani annem hasta olmasaydı da biyoloji okurdum ama annemin hastalığı beni bu yola daha fazla kanalize etti ve ilgi alanlarıma yön verdi. 2007’de Brown Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nden mezun oldum. Ardından 2009’da aynı üniversitede halk sağlığı yüksek lisans eğitimine devam ettim. O sırada UMass Tıp Fakültesi’nde ALS üzerine araştırmalar yürüten Cecil B. Day Laboratuvarı’nda nöromusküler araştırmalarına katıldım. İstanbul’da Amerikan Hastanesi’nde fiziksel tıp ve rehabilitasyon bölümünde staj yaptım ve klinik deneyimi kazandım. Aslında en büyük hayalim tıp okumaktı. Doktor olmak istiyordum. Ama babam dönüp işlerle ilgilenmem gerektiğini söylediği için o hayalim yarıda kaldı. Sonra iş hayatım bambaşka bir yöne evrilse de biyoloji ve kamu sağlığı hala okumaktan, öğrenmekten zevk aldığım alanlar ve neticede işim bu olmasa bile şu an bu dalda yüksek lisans tezimi yazıyor olmam bu tutkumu açıklıyor. Ayrıca Brown Üniversitesi Carney Enstitüsü’ndeki danışma kurulu görevim sayesinde nörobilim konusundaki gelişmeleri takip ediyor, destekliyor ve bundan da büyük bir keyif alıyorum.

Akademik kariyere devam etmek istiyor musunuz?

Bence eğitim ve öğrenmek bir ömür boyu sürmeli. Okumayı çok seviyorum. Psikoloji de çok sevdiğim bir alan. Kariyerim benim artık eğitim. Bunu çok net söyleyebilirim. Hayatımın en önemli kısmını sivil toplum çalışmaları oluşturuyor. Annemle birlikte geçirdiğimiz zamanın çoğunda kurduğu, çalıştığı kurumların içinde bir aradaydık. Annem ve neslinin inşa ettiği çok kıymetli yapılar, hayatlarına anlamlı katkıda bulundukları milyonlarca insan var. Onlardan çok şey öğrendim. Annem sahip olduğum her şeyin, neyin pahasına olduğunu sorgulatarak beni büyüttü. Diğer yandan annemin vefatıyla birlikte sivil toplumla ilgili çok daha aktif çalıştığım için büyük resmi daha iyi görebiliyorum.

Babanız İnan Kıraç’la yaşadığınız miras davası ve sonrasındaki gelişmeler herkesi çok üzdü. Bir uzlaşma olabilir mi?

Bu konuda konuşmamayı tercih ediyorum. Bugüne kadar sadece bir kere, o da zorunda kaldığım için bir açıklama yaptım biliyorsunuz. Enerjimizi böyle anlamsız konularda tüketmek yerine, babamla birlikte annemin ismini, hayallerini, mirasını yaşatmaya çalışabilirdik. Çok yazık…
Annenizin bıraktığı vasiyete ve aslında annenizin iradesine karşı çıktığı için mi babanız dava açtı?
Evet, konu buradan başladı.

Sokak Hayvanları üzerine çalışan Semt- Pati Vakfı’nı kurdunuz. Bu konuda da biraz bilgi alabilir miyiz? Neden böyle bir konuya eğildiniz?

Beni tanıyıp da köpeklere olan tutkumu bilmeyen yoktur. Daha öğrencilik yıllarımdan beri arabasının bagajı köpek mamasıyla dolu gezen, sokakta ve ormanlarda zor durumda kalmış olan köpeklere yardım eden, sayıları 30’u geçen köpeği de sahiplenmiş biriyim. Ancak yıllar içinde gördüm ki sahadaki sorun hayvan severlerin bireysel çabalarıyla çözülebilecek boyutun çok ötesinde. Tahmini rakamlara göre sadece İstanbul ve yakın çevresinde 400 bini aşan sokak köpeği var. Bunun yönetilebilir olması için de kısırlaştırma, aşılama ve sahiplenme unsurlarının sistemli bir şekilde eş zamanlı yapılması gerekiyor. Kısırlaştırılmamış tek bir köpek bir yıl içinde 16 köpek dünyaya getirebiliyor. Bu büyük çarpan nedeniyle alt soyları ve onların da her yıl doğuracağı köpekleri hesapladığımızda 1 köpek 5 yıl içinde 12 binden fazla köpeğin doğumuna yol açabiliyor! Yıllar içerisinde bu sorunun ciddiyetini gördüm ve çok daha geniş ölçekli etki yaratabilmek amacıyla geçtiğimiz yıl SemtPati Vakfı’nı kurdum. Sokak hayvanlarının şehirlerimizde bizimle uyum, sevgi ve güven içinde yaşayabilmeleri için yerel yönetimler, veterinerler ve özel sektör kuruluşlarıyla birlikte bilimsel, veri temelli ve iş birliğine dayalı çözümler geliştirip uygulamaya koyacağız.

patronlardunyasi.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir